18 Ağustos 2010 Çarşamba

albüm didiklemesi: Broken Bells - Self Titled

hani bazı gruplar ve parçalar vardır, ister istemez hayatınızın bir dönemi ya da hayatınızdaki biri ile özdeşleştirirsiniz onları. broken bells çok uzun zamandır arşivimde bulunuyor olmasına rağmen, oturup sağlam bir kafayla albümü dinlemeye başlamam neredeyse 3-4 ayımı aldı.

danger mouse'u sparklehorse ile yaptıkları çalışmalarından tanıyorum (brian burton), the shins'in ise (james mercer) ise hayatımdaki yeri daha büyük, uzun zamandır severek dinliyorum. her ne kadar danger mouse'tan sparklehorse ile delicesine hazzetmemiş olsam da (belki de yeniden dinlemem gerekiyordur, gerçekten bilemiyorum.) james mercer osursa dinleyecek durumdayım. dolayısıyla broken bells'i neden bu kadar ertelediğim hakkında bir fikrim yok gerçekten.

broken bells adı altında çıkan ilk albüm, hayatımın şu döneminde soundtrack olarak fonda çalan albüm benim için. istanbul'da iken dinlemeye başlayıp bağımlısı olduktan sonra, izmir'e yaptığım otobüs yolculuğundaki molada gece yarısı esintisinde kahve-sigara takılırken vaporize'ı duymaya başlamam akabinde yaşadığım mutluluk ise apayrı. bu yüzden 2010 yaz tatilini broken bells eşiliğinde hatırlayacağım.

albüm the high road ile açılışı yapıyor, ki albümün çıkış parçası ve benim de en sevdiğim broken bells parçası the high road. james mercer'ın vokali, parçanın gidişatı, -bana göre- daha fazlasını istemeyi tezatla anlatan sözleri (come on and get the minimum, before you open up your eyes / it's too late to change your mind, you let laws be your guide...), kafamda dönen düşüncelerle birlikte beni olduğum yerden alıp apayrı bir noktaya taşıyor. ardından vaporize geliyor, o da albümdeki en sevdiğim parçalardan bir diğeri. ne zaman dinlesem tatilin başlangıcı, yolda olduğum o gece, serin esinti, uzak bir köşede dinlenme tesisine girip çıkan, etrafında takılan işnsanları gözlemlediğim sırada fonda çaldığı o an geliyor. ardından your head is on fire geliyor. 3 dakika olmasına rağmen çok kısaymış gibi, zaman kavramımı yitiriyorum dinlerken. the ghost inside ise, albümden çıkan ikinci parça, yine oldukça güzel, ancak buna rağmen ilk üçe giremiyor benim için. sailing to nowhere, trap doors ve citizen klavye melodileriyle, yine oldukça hızlı akıp geçiyor ve sıra october'a geliyor. ekim ayında bu şarkıyı dinliyor olmayı hayal ediyorum, sonbahar'a geçiyorum ister istemez. "remember what they say, there's no shortcut to a dream",diyor james mercer, "haklılar" diyorum, "sister you know enough, but for now just let it go, don't run, don't rush, just flow." diyor, "hiç yapamadığım" diyorum, aşk yolumu bulmama yardım edecek farz ediyorum, ama o'nu yanlış anlıyorum. ardından mongrel heart geliyor ki, bu da albümün vuruca parçalarından biri, oldukça lezzetli. son parça ise the mall and misery, ancak dediğim gibi diğer parçalardan, bu parçaya geçmem mümkün olamıyor maalesef, dolayısıyla ya october'da ya mongrel heart'ta takılıp kalıyorum.

son olarak, 2011'de broken bells'in bir albüm daha çıkarmasını ve 2011 soundtrack'imin de o albüm olmasını delice istiyorum. bir de bir ara türkiye'ye de gelseler ne güzel olur diyorum, dedim bile.

the high road:



bu da october'ın 3d interaktif klibi , izlerken ve oynarken oldukça eğlendim.